Mutluluk içindeydi Nefise Hanım. Pembe konakta tatlı bir telaş vardı o
gün ve önemli bir gündü. Emektar
kazanlarla
kavurma, pilav, zerde pişiyordu.
Dokunduğunuzda ihtiyaç gidermenin verdiği
ve kullananların yüzünü güldüren, belki bir kutlama için kurulan sofraların baş
tacı yemeklerin piştiği eşyalar. Neşeli
çatal, bıçak sesleri olmasa o sofraların coşkusunu nasıl yaşarsınız veya
hissedersiniz, öyle değil mi?
“Yıllanmış olan her eşya, ev, bina,
yapı yaşanmışlık, iz ve zarafet doludur.”
derdi büyükannesi Nefise’ye...
Bu sefer emektar kazanlarda, Hüsamettin
bey ile Nefise Hanım’ın oğulları İsmail'in sünneti için yemekler pişiriyordu.
Herkes birbirinden lezzetli yemekleri
yemiş ve Nefise Hanım'a övgüler yağdırıyordu. Nefise Hanım mütevazı bir
teşekkürle "İyi ki bakır kazanlarım var, yemeklerim ondan lezzetli
oluyor." diyordu. Bakır kazanlar yıllardır onun mutfağının
vazgeçilmeziydi. Hele bir tane emektarı vardı ki, o Nefise Hanım'ın gözdesiydi. Bayram
yuvalamasının etli nohudu lokum gibi onda pişer, yuvalama onda katılırdı. Aşure
emektarda pişer, konu komşuya dağıtılırdı. Sonbaharda toplanıp sıkılan üzüm
suları emektarda kaynatılır, pekmez, şire, cevizli sucuk yapılırdı. İçli köfteler
onda kızartılır, allı yeşilli dolmalar da onda pişirilirdi.
Lezzeti emektardan
dediğinde herkes onun bakır kazandan bahsettiğini anlardı. Isıyı her tarafa eşit yaymasından dolayı,
yemekleri kısık ateşte demlene demlene, kendi sularıyla pişirirdi. Bu da
yemeklerin lezzetli olmasını sağlardı. Nefise Hanım, malzemenin temiz olmasına da
çok önem verirdi ve yemeklerini yaparken kültürel yapıyı korumaya özen
gösterirdi. Özenle seçilmiş malzemelerin de yemeklerin lezzetli olmasındaki
katkısı çoktu ama emektar bütün
bunları göz ardı eder, bütün mahareti kendinden bilirdi. Hikmeti kendinden
bilirdi açıkçası.
Bir gün Nefise Hanım’ın kızı Aysun;
-
"Anne, artık bu bakır kazanı
hurdacıya verelim, bunun modası kalmadı. Ben sana çelik tencereler alayım, onların
kalaylama derdi de yok. Rahat rahat kullanırsın" dedi.
Nefise hanım eskisi gibi kalaylatmaya
götüremiyor, bakımını yaptıramıyordu gerçekten ve isteksizce verilmesine razı
oldu. Nemli gözlerle altı kararmış, yanları yamulmuş, bir kulpu kopmuş kazanına
bakarken "Seni çok seviyorduk." diyebildi usulca. Emektar,
"Hurda satarım.” naraları arasında, çuvalın içinde yerini almıştı bile.
"Yıllarca
hizmet ettim, kızarttılar, pişirdiler, yaktılar, çizdiler, yamulttular, kulpumu
kırdılar. Beni övsünler, sevsinler diye hiç sesimi çıkarmadım. Sonum böyle mi
olmalıydı?"
Çok geçmeden, bir hanım durdurdu hurdacıyı ve çuvalın içine
bakmaya başladı. Emektar yanmış, yıpranmış olmasına rağmen, kenarındaki çirtikli
kıvrımları, üzerindeki kabartma nakışları, küpe gibi sallanan kulpu ile sevimli
gelmişti ona. Kırılan kulpunu da hurdacıdan alarak doğruca Bakırcılar
Çarşısı’nın yolunu tuttu.
Ena, Türk toplum yapısını incelemek
için 2 yıldır Türkiye'de yaşayan bir sosyologdu. Türkleri, yaşam tarzlarını, kültürlerini, dinlerini
merak ediyor, onları tanımaya çalışıyordu. Bakırcılar Çarşısı’na geldiğinde
yaşlı bir usta buldu ve ona tamir etmesi için teslim etti. Yaşlı usta, emektarı
örsün üzerine yatırmış, çekici ile döve döve düzeltiyordu. Canı çok acıyordu,
yorulmuş ve yıpranmıştı. Bakır bir levha haline getirilirken de haddeden
geçmiş, büyük baskılar yemiş ama bu kadar canı yanmamıştı. Had; Arapça keskin veya acı anlamına da gelir. Ena,
onu almaya geldiğinde emektarın dışı düzelmiş, doğrulmuştu ama rengi
matlaşmıştı. Yaşlı ustaya;
"Bunu kalaylamayacak
mısınız?" diye sordu.
"Kızım kalay; bakırın cilasıdır,
şifasıdır, nurudur, ışığıdır, bakırı parlatır ve yemeklere zarar vermesini
engeller. Ama ben bunu kalaylamayacağım,
çünkü bunun pişmanlığı yok, hatasını kabul etmemiş. Pişmanlığı olmayanın
tövbesi kabul olmaz. Tövbesi olmayanın nurlanma hakkı olmaz. Kendini övülmek,
sevilmek uğruna ezdirmiş. Eşyaların da aynı insanlar gibi bir dili vardır ve
insanlar da böyledir evladım. İnsanları razı etmek için atmadığı taklalar
kalmaz. Sonra ‘vay benim emeklerim!’ diye şikâyet eder. Hikmeti kendinden bilen
insan yanlışını göremez, pişman olmaz, tövbe etmez. Affedilmeyi ve nurlanmayı
hak etmez. İnsan ancak pişman olup, tövbe ederse affedilme hak edişi olur. İmanı
olan insan da tıpkı kalaylanmış bakır gibidir. İman insanın cilasıdır,
şifasıdır, nurudur, başkalarına zarar vermesini engeller."
Yaşlı ustanın söylediklerinin kendi
hayatındaki karşılığını görünce hayatta tesadüfün olmadığını anladı Ena. Yıllardır aradığı soruların cevabını hiç
bilmediği bir memlekette, hiç bilmediği yaşlı bir ustadan alıyordu. Demek ki mekânlar,
semtler, şehirleri ülkeler değişse de duygular aynıydı. Dolayısı ile problemler
de…
Yıllarca işine, patronlarına emek
vermiş, o kadar hırpalanmasına rağmen
gözden ilk çıkarılan kendisi olmuştu. Ancak 20 yıllık meslek hayatının yükünü,
binlerce kilometre uzakta bir kalaycıdan öğreneceğini nasıl tahmin edebilirdi
ki…
O zaman Emektar ile birlikte, kalbinde
kilitli bulunan bir yerin anahtarını daha teslim alarak yoluna devam etti Ena.
Yol bitmeden öğrenmesi gerekenleri öğrenmeli ve hemen uygulamalıydı…
x
“Pişmanlığı olmayanın, Tövbesi kabül olmaz” ne anlamlı, ne güzel söz. Hatalarından pişman olabilmek İnsanı insan ediyor.
YanıtlaSilDüşüncenize sağlık... sonunun böyle bağlanacağını tahmin etmemiştim... :)
YanıtlaSilBazen de insan sorularının cevabı, kalaysız bir tencerede gizlenir...
Çok gözünün önünde ve hiç bakmayacağı yerde...
İman insanın cilasıdır, şifasıdır, nurudur, başkalarına zarar vermesini engeller."çok güzel bir yazı.emeginize saglik insan insana aynadır aslında bilene...
YanıtlaSil